İstanbul Sağlık ve Teknoloji Üniversitesi Kurumsal Akademik Arşivi
DSpace@İSTÜN, Üniversite mensupları tarafından doğrudan ve dolaylı olarak yayınlanan; kitap, makale, tez, bildiri, rapor, araştırma verisi gibi tüm akademik kaynakları uluslararası standartlarda dijital ortamda depolar, Üniversitenin akademik performansını izlemeye aracılık eder, kaynakları uzun süreli saklar ve telif haklarına uygun olarak Açık Erişime sunar.

Güncel Gönderiler
Biomimetic management of orthodontic white spot lesions
(Royal Society of Chemistry, 2025) Tunalı, Esra; Karaçay, Şeniz; Özen, Buğra; Albayrak, Önder
Objectives: white spot lesions (WSLs) may develop in patients with inadequate oral hygiene during orthodontic treatment. This study aimed to develop a natural remineralization agent by creating artificial WSLs in vitro. Materials/methods: WSLs were created in teeth with orthodontic buttons in vitro. The teeth were divided into the following groups: P11-4 (group 1), Nano-HA solution before sintering (group 2), Nano-HA solution after sintering (group 3), P11-4 and Nano-HA mixture before sintering (group 4), P11-4 and Nano-HA mixture after sintering (group 5), boron-containing Nano-HA mixture before sintering (group 6), boron-containing Nano-HA mixture after sintering (group 7), CPP-ACP (group 8), and artificial saliva (group 9). Measurements were taken before and after demineralization, and at the 7th, 14th, 21st, and 28th days of remineralization. Images were recorded using DIAGNOcam and VistaCamIX, area measurements were made using ImageJ, and SEM was used for remineralization assessment. Results: all groups except group 9 showed a reduction in the WSL area, with statistically significant results. SEM analysis revealed the lowest remineralization in groups 8 and 9, while the other groups exhibited more intense remineralization. Conclusions: the most successful groups for WSL remineralization were those containing pure Nano-HA (groups 2 and 3), with the other groups showing varying levels of remineralization.
Role of ovarian stem cells in postnatal oogenesis and implications in fertility preservation
(Springer Nature Link, 2025) Benlioğlu, Can; Turan, Volkan; Öktem, Özgür
It is a long-held dogma in reproductive biology that females are born with a set nonrenewable number of oocytes in the ovary. While some animal studies challenged this dogma by demonstrating allegedly postnatal oogenesis and the presence of certain stem cell factor expression germ cell markers, their biological roles are yet to be defined. In this chapter, we revisited this issue revisit this dogma in light of most recent data. The chapter outlines the characteristics of these putative OSCs, including their morphological features, expression of germline markers (e.g., DDX4, DAZL), telomerase activity, and methods for their isolation and culture, acknowledging the ongoing debate and methodological controversies surrounding their identification, particularly the reliability of DDX4-based sorting. We critically evaluate the evidence for their capacity to differentiate into oocyte-like cells in vitro and in vivo, including experiments involving transplantation into animal models. Finally, the chapter explores the profound implications these OSCs hold for fertility preservation, especially for women facing premature ovarian insufficiency, age-related infertility, or gonadotoxic treatments. We discuss potential future applications, such as autologous OSC transplantation to restore ovarian function or in vitro generation of mature oocytes for fertilization. We highlight the significant technical and safety hurdles that must be overcome, including optimizing culture systems, ensuring genomic stability, and validating human functional competency. While the physiological role and definitive existence of functional OSCs in adult human ovaries remain contentious subjects requiring further rigorous investigation using advanced techniques like single-cell analysis and lineage tracing, the potential therapeutic promise continues to drive research in this exciting, albeit controversial, area of reproductive medicine.
Amantadine improves executive and memory functions in patients with parkinsons disease: Double blind parallel two-arm randomized controlled trial
(Research Square Company, 2025) Bougea, Anastasia; Efthymiopoulou, Εfthimia; Değirmenci, Yıldız; Zikos, Panagiotis
Introduction: Amantadine improves motor symptoms in patients with Parkinson disease (PD) as monotherapy or adjuvant therapy. However data on specific cognitive functions are lacking. Objective: To investigate the effect of amantadine on PD cognition using a wide battery of different domain-specific cognitive abilities. Method: Mild cognitive impaired 35 PD patients (mean HY: 2),with amantadine 400 mg/day twice a day orally as monotherapy (Group A) and 35 PD patients without amantadine (levodopa + rivastigminetreatment Group B)were randomly enrolled in the study. The data collected for each patient included: (1) MMSE, (2) Addenbrook, (3) verbal learning and memory (Hopkins Verbal Learning Test Revised immediate total recall across trials and delayed recall trial), (4) auditory working memory (Letter Number Sequencing subtest from the Wechsler Adult Intelligence Scale – III), (5) processing speed (Digit Symbol subtest from the Wechsler Adult Intelligence Scale-Revised), (6) visuospatial working memory/switching (Trail Making Test, Part B), (7) semantic verbal fluency (animals), (8) phonemic verbal fluency (letters F-A-S or C-F-L), (9) visuospatial functioning (Brief Visuospatial Memory Test—Revised), 10)Depression (15 item Geriatric Depression scale). Results: The cognitive function improved progressively in 6 and 12-month treatment interval as shown by significant improvement on verbal short term (p < 0.001) and auditory working memory (p < 0.001) and visual working memory (p < 0.001) in Group A compared to Group B. Even after controlling for age, education, depression, disease duration, there are persistent differences in the above cognitive tests between the two groups over the time Conclusions: Amantadine alone significantly improves the verbal, auditory memory and visualspatial processing in PD patients. this study is a part as a secondary analysis of a previously prospectively registered clinical trial (the primary trial registration information is ClinicalTrials.gov identifier NCT number NCT04448340) https://clinicaltrials.gov/study/NCT04448340 )
Travma sonucu alt süt kesici ve kanin dişlerde görülen sublüksasyon
(Çocuk Dişhekimleri Derneği, 2025) Savaş, Çiğdem; Yılmaz, Dilek Özge; Üstün, Nilüfer
AMAÇ: Süt dentisyon döneminde dentoalveolar travmalar; düşme, kavga, oyun veya sportif aktivitelerde meydana gelen kaza ve yaralanmalar nedeniyle sıklıkla meydana gelmektedir. Lüksasyon yaralanmaları, süt dentisyon döneminde en sık görülen dental travma çeşitlerinden biridir. Süt dişi travmaları ile oluşan şiddetli yaralanmalar sonrasında sürekli dişlerde çeşitli sekeller meydana gelebilmektedir. Süt dişi travmalarında doğru tanı, zamanında tedavi ve düzenli takip, dişin prognozunu doğrudan etkileyen belirleyici faktörler olup, bu sürecin etkin ve sistematik şekilde yönetilmesi klinik başarı açısından kritik öneme sahiptir. Bu vaka raporunda, dental travma sonucu alt süt kesici ve kanin dişlerde görülen sublüksasyon yaralanmasındaki tedavi yaklaşımı ve takibi bildirilmektedir. OLGU: 4,5 yaşında, sistemik olarak sağlıklı erkek hasta kliniğimize dental travmadan hemen sonra başvurmuştur. Alınan anamnezde, çocuğun okulda alt çenesine tekme atıldığı ve ağzını kapattığında etkilenen bölgedeki dişlerinde ağrısı olduğu bildirilmiştir. Klinik muayene sonrası alt süt kesici ve kanin dişlerin lingual diş eti oluğunda hemoroji ve bu dişlerde hafif mobilite saptanmıştır. Alınan panoramik radyografi sonrası herhangi bir kök kırığı ya da mandibulada eklem kırığı saptanmamıştır. İlk seansta sekonder travmayı önlemek adına oklüzyon yükseltme planlanmıştır. İzolasyon sağlanamadığı için 75 ve 85 numaralı dişlerin oklüzal yüzeylerine yüksek viskoziteli cam iyonomer siman (EQUIA Forte Fil) uygulanarak kesici dişlerin teması engellenmiştir. Antibiyotik (amoksisilin grubu) reçete edilmiştir. Hastanın ailesi beslenme ve fırçalama konusunda bilgilendirilmiştir. Hasta 10 gün sonra kontrole çağrılmış ve travmadan etkilenen dişlerin mobilite-ağrı gibi semptomları olmadığının görülmesi üzerine, cam iyonomer siman kaldırılarak normal oklüzal kontaklar sağlanmıştır. Hastanın 3. ve 6. aylarda kontrollerinde klinik ve radyografik muayenesi yapılmış ve dişlerin asemptomatik olduğu görülmüştür. SONUÇ: Süt dişi yaralanmaları her an karşılaşılabilecek, sonuçları ise çocukların günlük aktivitelerini etkileyebilecek bir durumdur. Hekim tarafından doğru teşhis, tedavi ve takip süreçlerinin yürütülmesi kadar, ebeveyn ve bakıcıların da yeterli düzeyde bilgilendirilip sürece aktif katılım göstermesi, uzun vadeli başarılı klinik sonuçların elde edilmesinde kritik rol oynamaktadır.
Dental travma sonucu üst santral dişte oluşan kök kırığının gecikmiş tedavisi: 12 aylık takip
(Çocuk Dişhekimleri Derneği, 2025) Özşen, Gülçin; Esentürk, Gülce; Arat Maden, Eda; Demirkaya, Can
AMAÇ Karma dişlenme döneminde dental travmalar oldukça sık görülmekte olup, kron kırıkları en sık karşılaşılan dental travma türüdür. Bu yaralanmalarda tedavi seçenekleri travmanın şiddeti, hastanın yaşı, başvuru süresi, kök gelişim seviyesi ve çevre dokuların durumu gibi çeşitli faktörlere bağlı olarak değişkenlik gösterir. Bu olgu bildiriminde travmatik yaralanma sonucu daimi üst santral dişte gelişen kök kırığının endodontik tedavisi ve 12 aylık takibi sunulmaktadır. OLGU9 yaşında erkek hasta, üst sol santral dişinden kaynaklanan ağrı ve intraoral şişlik nedeniyle kliniğimize başvurmuştur. Hastadan alınan anamnezde 3 ay önce travma nedeni ile üst santral dişlerde kron kırığı meydana geldiği, ancak şikayeti olmadığı için hekime başvurulmadığı, bir hafta önce palatina ve bukkal sulkusu içeren intraoral enfeksiyon gelişmesi sebebiyle devlet hastanesine başvurulduğu ve antibiyotik reçete edilerek bir çocuk diş hekimine yönlendirildiği öğrenilmiştir. Klinik muayenede sağ santral dişin vital olduğu, sol santral dişin ise devital olduğu, apeksi hizasında şişlik ve mobilite olduğu tespit edilmiştir. Radyografik muayenede sağ ve sol üst santral dişlerin kök gelişimini tamamlamadıkları ve sol santral dişin apeksi hizasında radyolüsensi gözlenmiştir. Lokal anestezi altında sol santral dişe endodontik giriş sağlanmasını takiben, kanallar %2,5 NaOCl ile irrige edilimiş ve kök kanalına kalsiyum hidroksit patı yerleştirilmiştir. Aynı seans sağ santral diş geçici olarak restore edilmiştir. 10 gün sonra dişin kök ucu hizasında tekrar intraoral apse görülmesi nedeniyle pansuman yapılmış, tekrar kalsiyum hidroksit patı yerleştirilmiş ve hastaya antibiyotik reçete edilmiştir. 1 hafta sonra şişliğin devam etmesi ve bukkalde 6-7 mm derinliğinde periodontal cep tespit edilmesi nedeniyle aynı seansta cep kürete edilmiş ve kök kırığı şüphesi ile hastadan tomografik görüntüleme talep edilmiştir. Alınan görüntülemede, servikalden kökün orta üçlüsüne uzanan oblik bir kök kırığı tespit edilmiştir. Kanal içindeki mevcut kalsiyum hidroksit uzaklaştırılarak, kök kanalına antibiyotik patı yerleştirilmiştir. 2 hafta sonra intraoral apsede gerileme ve yapışık dişetinde iyileşme gözlenmesi üzerine kök kanalı MTA (Mineral Trioxide Aggregate) ile doldurulmuş, giriş kavitesi kompozit rezinle restore edilmiştir. Bir ay sonra estetik restorasyonlar tamamlanmıştır. 9. ay kontrolünde sol santral dişte herhangi bir klinik ve radyografik patoloji gözlenmezken, sağ santral dişte intraoral apse ve radyografide periapikal bölgede radyolüsensi tespit edilmiştir. Aynı seans kanal tedavisine başlanmış, sonrasında kök kanallarına kalsiyum hidroksit patı yerleştirilmiştir. Bir ay sonra biyoseramik esaslı kanal dolgu patı ve tek kon gutta-perka ile doldurulmuştur. 12 aylık takip sonucunda, klinik semptom gözlenmemiş olup, periradiküler dokularda kemik trabekülasyonunun başladığı izlenmiştir. SONUÇ Dental travma sonrası erken dönemde diş hekimine başvurulmaması ve tedavinin gecikmesi, mevcut tedavi sürecini daha karmaşık hale getirebilir. Özellikle iyileşmeyen ya da tekrarlayan klinik semptomların varlığında, erken tanı ve uygun tedavi planlaması için ileri görüntüleme yöntemlerine başvurulması büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle tedavi sonrası takip, tedavinin bir parçasıdır.